Bana deseler ki “Hayat hikâyeni yaz şu kâğıda,” herhalde bir yarım sayfayı dolduramam. Niye derseniz; şöyle yaşamımı film şeridi gibi gözümün önüne getirmeye çalıştım da, üç beş saniyede bitti.
Dolayısıyla, kendime itirafım gecikmedi: Bu dünyada boşa yaşadım.
Hani herkesin hayatında bir iz olur ya — iyi ya da kötü — bunlardan hiçbirini bulamadım. Sanki benimkiler rüzgârla silinmiş gibi. Yaşarken bırakamadığım izlerin sonrası çok da önemli değil.
Benden öncesi ve benden sonrası…
“Elimden tutan olmadı,” demiyorum. Tuttular, işte öylesine tutmuş olmak için… Kimileri de “Tutmadı,” demesinler diye.
Gerçekten tutmak isteyenlerin ellerinden ben tutamadım.
Ya da… Tutmak istemedim mi?
Gönlüm başka tellerden çalıyordu belki de.
Saz…
Hayatımda belki de en çok istediğim şey, saz çalmak ve sesimin güzel olmasıdır.
Ama hiçbiri sazın telleri gibi değildi. Tellerindeki sertlik, tınısındaki yumuşaklık ayrı bir huzur…
Ne zaman bir türkü duysam, içimde bir yer titrerdi.
Hele ki sesi güzel birinin elinde hayat bulmuşsa o saz, ben orada kendimi bulurdum.
Gözlerimi kapatır, sanki saz benim elimde, ses de benden çıkıyordu.
İşte o zaman ben, ben oluyor ve bir şeyler yapmanın tadına varıyordum.
Sanki bir ömrün hakkını bir türküde verir gibiydim.
Ben sustum, onlar söylediler.
Onlar söyledi, ben sustum.
Yani bu dünyada hep ben sustum, benim adıma başkaları konuştu.
Gençken bir hevesim vardı: “Öğreneceğim,” derdim.
Yaş geldi, gidiyor… O heves hâlâ var bende.
Parmaklarım tellere değdi mi, içimdeki suskun adam konuşacak gibi olurdu.
Ama ya zaman yetmedi, ya da cesaretim…
Bilmem, belki de hep ertelemeyi sevdim.
Ertelerken kendime sunduğum bahaneler, şimdilerde komik gelse de o zamanların en önemli bahanesiydi: parasızlık.
Şimdi ise öncelik hep başkalarında.
Ve hep de öyle oldu.
Bu gidişle de öyle olacak.
“Gözüken köy kılavuz istemez” misali.
Bazıları için hayat kısa; benim için cesaret az.
Bir de şu ses meselesi var.
Derler ki: “Sesi güzel olan, içini yakar önce.”
Benim sesimi kimse duymadı. Çünkü ben de duymadım.
Benim adıma hep başkaları konuştuğundandır.
Bu yüzdendir; kendime kulak vermeyi hiç beceremedim.
Belki o yüzden başkasına da anlatamadım içimi.
Anlatmak istedim… Hep “Sen sus, küçüksün. Sen sus, yeri değil. Sen sus…”
Şimdi, bu yaşımda elimde ne bir türkü var, ne bir saz, ne de içimi dökebileceğim bir ses…
Haykırmak istesem de yapamıyorum. Dermanım kalmamış.
Kendimi yaşayan bir ölü gibi görüyorum.
Bugüne kadar konuşmadım; bundan sonra konuşsam ne olacak…
Susmayı tercih ettim.
Her zamanki gibi…
Bir taş gibi oturmuşum hayatın kenarına, geçenleri seyrediyorum.
Kimi güle oynaya geçiyor, kimi sazıyla, sözüyle…
Ben ise sadece bakıyorum.
Bakmak bana görev kaldı, konuşamadığımdan… Konuşturulmadığımdan.
Diyorlar ki, hiçbir şey için geç değil.
Ben öyle düşünmüyorum tabii ki içimden.
Ama bence bazı geç kalışların telafisi değil, sadece sessizliği olur.
Ben de belki bu sessizliğe bir yazı bırakıyorum şimdi.
Hani olur da bir gün bir genç okursa, der ki:
“Ben yaşamam o adam gibi. Sazımı alırım elime, sesimi bulurum içimde.”
Ve belki işte o zaman, ben tam anlamıyla boşa yaşamamış olurum.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.